Yazar Arşivi

Namaza Aşık Bir Peygamber..

1476128_690615160963286_2081812265_n

Efendimizin (sallallahu alleyhi ve sellem) namaza karşı tutumu adeta bir aşk seviyesindedir. Bunu kendisi muhtelif ifadelerinde dile getirmiştir:

“Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince, benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır.”  (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XII//84; Deylemî, Müsned, I/172; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, II/271.)

Bunun mânâsı şudur: “Siz, cismaniyetinize, bedeninize ait değişik zevkleri adım adım takip edersiniz; size, o zevkler adına gelen sinyaller, sizi tutar kendine cezbeder; siz de, o zevklerin ardına düşersiniz. Bana gelince, ben, vicdan denen vaizin ‘Kalk namaz vaktidir!’ sesini duyunca, beni bu sinyal, öyle ardına düşürür ve öyle kendimden geçirir ki, namazsız edemem. Gece namazı kılmadığım, gece kalkamadığım anlar, benim için en hüzün verici anlar ve dakikalardır. Ve benim için en zevkli ve saadetbahş olan anlar da, namazda olduğum anlardır.( M.Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, II/494.)

Bir başka ifadesinde ise şöyle buyurmaktadır:

“Bana (üç şey) sevdirildi: Kadın, güzel koku; namaz ise benim gerçek göz aydınlığım.”(Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III/128, 199, 285.)

O’nun (asm) kıldığı namazı, Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatırken: “Öyle kıyamda dururdu ki, sorma gitsin. Öyle rükûa varırdı ki, sorma gitsin ve öyle secde ederdi ki, sorma gitsin! (Buhârî, teheccüd 16; Müslim, müsafirîn 125.)der ve Allah Resûlü’nün (asm) kıldığı namazın güzelliğini anlatmadaki acziyetini bu ifadelerle dile getirirdi.
O (asm), namazında kulluğunu o denli derin temsil ediyordu ki neredeyse ürperip ağlamadığı namaz yok gibiydi. Sahabe, namaz kılarken O’nun (asm) sinesinin değirmen taşının ses çıkardığı gibi ses çıkardığını söylemektedir.  (Ebû Davud, salât 161; Nesâî, sehv 18.)
İçinde dönen boyunduruklar ve kulluğun o ağır mükellefiyetleri O’nu (asm) kaynayan bir kazana çeviriyordu. Elbette ki bu hâl, O’nun (asm) en yüksek seviyede, kulluğunu ifa edebilme gayretinden ileri geliyordu.

Dua, kulluğun en güzel ifadesidir.

7301

Dua, müminin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, gülen yüzü, helale koşan ayağı, Hakk’a yönelen kalbi, zikreden dili ve fikreden beynidir. Cennet kapıları ancak duayla ve besmeleyle açılır. Cehennem kapılarını sadece dualı diller ve helâle uzanan eller kapatabilir. Dua; açan gülümüz, seherde esen yelimiz, Hakk’a teslim olan ve O’nun adıyla titreyen kalbimizdir. Gönül bahçelerimiz onunla yeşerir. Hayat onunla anlamını bulur. O ki, içimizdeki karanlıkları aydınlatır, yanan kalpleri serinletir. Fırtınanın tipiye dönüştüğü ve kurtuluşun, imkânın sınırlarını zorladığı demlerde tutacağımız yegâne dal duadır.

Dua, kulluğun en güzel ifadesidir. Kalp onunla safa bulur ve yumuşar. Belalara karşı kalkandır o. Karamsarlığın her yanımızı sarıp sarmaladığı demlerde felahlıktır, müjdedir, yeşeren taptaze umuttur. Kırk ağızlı koca kavşaklarda yolumuzu gösteren kılavuzdur. Daralan ruhlara genişliktir. Faniliğe ebedilik iksiridir. Nurdur yolumuzu aydınlığa boğan… Çölleşen maneviyat tarlalarına ilahi rahmetin sağnak sağnak yağmasıdır. Köz köz olan yürek yaralarına merhemdir. Ölümü bekleyen hastalara şifadır.

Duanın temelinde Allah’a sadakat ve güven vardır. Duayla hâl-i pür-melâlimizi Allah’a sunarız. İçimizi o büyük dosta döker, dileklerimizi onun yüce dergâhına sunar, sonra da büyük bir teslimiyetle neticeyi bekleriz. Duanın makbulünü Allah’ın cömertliğinde, reddini günahlarımızda ararız. İç dünyamıza çekidüzen veririz. Tekrar onun kapısına dayanır, duada ısrarcı oluruz. Asla ondan yüz çevirmeyiz. Zira ondan başka gideceğimiz kapı var mıdır?
Niçin dua edilir?

Allah, içimizden geçenleri bilir. Madem öyle, niye isteklerimizi dua yoluyla O’na ulaştırma yoluna başvuruyoruz? Bilinmelidir ki dua aynı zamanda bir ibadettir. Bu yolla isteklerimizi O’na iletmenin yanında; Rabbimize saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her şeye yettiğini itiraf ederiz. Bu aynı zamanda Allah’ı ululamaktır. Ondan başka gidecek kapımızın olmadığını kabullenmektir.

Onun için dua da sözden daha ziyade öz önemlidir. Neyi istediğin değil, niçin ve ne amaçla istediğin mühimdir. Dua eden kişi Allah’la arasındaki bağı pekiştirmiş olur, duadan kaçınanlar Rabbiyle aralarındaki iman bağını gevşetirler. Nasıl ki sevdiğimiz dostlarımızı sürekli arar, hâl ve hatırlarını sorar, aramızdaki muhabbet bağını berk tutarsak, işte aynen bunun gibi Allah’la olan bağımızı da duayla güçlü ve sağlam kılarız.

Dua; kulun, aczinin, fakrının ve zaaflarının itirafıdır. Öte yandan Allah’ın her şeye muktedir olduğunun dil ile ifadesi ve kalp ile tasdikidir. Kul dua ettikçe kendi güçsüzlüğünün, Allah’ın sonsuz gücünün farkına varır. Olması gereken de budur.

Dua-tevekkül beraberliği

Dua eden insanın öncelikle yapması gerekenleri yerine getirmesi, ardından tevekkül etmesi gerekir. Tevekkül, elinden gelenin azamisini yapıp, kendini aşan kısmının Allah’ın yardımına havale edilmesidir. Fakat, günümüzdeki insanların tevekkül anlayışında da ciddi yanlışlıklar vardır. Yan gelip yatarak, Allah’tan nimet ve ihsan beklemek doğru değildir. Toprağın mahsul verebilmesi için onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerekir. Bunları yapmadan ürün beklerseniz, bu doğru bir davranış olmaz. Böyle hareket etmek tevekkül değil, miskinliktir. Miskinlik de mümine yakışmaz. Bu adetullaha (Allah’ın adeti) da muhalif bir yaklaşımdır. Her şey bir sebebe bağlıdır. Fakat nimetleri veren Allah’tır.

Tedbirsiz tevekkül olmaz. Hz. Peygamber, müminlerin elinden geleni yaptıktan sonrasını Allah’a bırakmalarını önermiştir. Bununla ilgili olarak anlatılan şu kıssa manidardır: “Bir bedevi: ‘Ya Rasûlallah! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum!’ demişti. Peygamber (sav) de cevaben : ‘Deveni bağla, ondan sonra tevekkül et!’ diyerek onu ikaz etmiştir. Konumuz tevekkül olmamasına rağmen, duanın tevekkülle yakın bir ilişkisi olmasından dolayı bu meseleye değinmeyi de gerekli gördük. Çünkü; tevekkülü kavramadan dua edilmesi ve edilen duanın netice vermemesi kulu inanç bulanıklığına sürükleyebilir.

Hz. Peygamberin duaya verdiği önem

Peygamber Efendimiz duayı hayatının her anında yaşamın en güzel meşgalesi saymıştır. Her fırsatta Allah’ına iltica etmiş, tebliğ zorluklarının ateş topuna dönüştüğü anlarda duayla serinlemiştir. Yeryüzüne O’nun kadar dua eden bir başka insan gelmemiştir. Oysa o ‘ismet’ sıfatına haizdi. Yani günah işlemezdi. Böyle olduğu halde dua ikliminden uzak durmamıştır. Ona göre “İbadetin en üstünü duadır.”… “Dua ibadetin ta kendisidir.”… .”… “Dua, ibadetin özüdür.” O böyle yaparken biz günahkârlar nasıl olur da Allah’a yakarmaz, affını dilemez?

Resulullah her an Allah’la beraberdi. Otururken, yatarken, ayaktayken, yürürken, yolculuktayken zihni Allah’ın ululuğunu tefekkür etmekle meşguldü. Cenabı Hakk’ın isimlerini, sıfatlarını düşünür, fikrederdi. Allah’ın nimetlerini över, yüceltirdi. O, Rabbinden kendisi için güzel ahlâk ve salih amel dışında fazla bir şey istemezdi. İstekleri hep ümmetinin kurtuluşuna dairdi. Ahir zaman ümmetinin, şeytanın vesveseleriyle imansızlık bataklığına düşmemesi için Rabbine yalvarırdı. Aldığı her nefeste Rabbine şükrederdi. O bilirdi ki, dua; inen felaketlere de, inmemiş musibetlere de fayda verir. Kazayı duadan başka geri çevirecek şey yoktur. Dua her derde devadır. Allah’tan başka sığınacak kimimiz vardır?

Müslüman doğuyoruz evet; ama müslüman kalabiliyor muyuz acaba?

                 

Ben müslümanım demekle müslüman olunmaz…Bir insan ben müslümanım iddiasında bulunuyorsa bu iddiasına uygun davranmalı ve sadece Kur’an’da olan emirlere uyarak ona göre yaşamalı..
Kur’an’daki ilk emir olan “Oku ” emrine uygun davranmalı…Yaratanımız celle celaluhü böyle bir iman ,bir hayat tarzı istiyor bizden.
islamın ne yazık ki bugün hiç hak etmediği şekilde, karaktersiz kimselerce ayaklar altına alınıyor olmasının nedeni budur. birçoğumuz ben müslümanım diyoruz. dilimizden müslüman sözcüğü düşmüyor da “müslüman olmak, müslüman olmayı hak etmek için” ne yapıyoruz? hiçbir şey.
hatta yaptıklarımız, yapmadıklarımız, yaşam biçimimiz neredeyse inançsız bir insanla aynı. peki sırf müslüman adını almakla müslüman olabiliyor muyuz? dinimizi yanlış şekilde temsil ettiğimiz, temsil edemediğimiz daha doğrusu, bu yüzden de din düşmanlarının eline birçok koz verdiğimiz yalan mı?

kuran’ı kerim’i evde en yüksek noktalara koymakla, muska yapıp üstümüzde taşımakla, cinlerden perilerden kurtulmak için okuyup üflemekle ne kadar müslüman olabiliriz ki… içindekileri anlayıp özümseyip hayatımıza aksettirmemiz gerekirken, anlamını bile bilmeden arapçasını okuyup ezberleyenlerimizin sayısı azımsanamayacak kadar fazla değil mi?

kaç müslüman kendi kutsal kitabını bir inançsızdan iyi tanıyor? kaç müslüman dinini yerle bir etmek için var gücüyle çalışan bu zalimlere karşı yeterli bilgi ve argümana sahip? kaç müslüman islamın koşulsuz besin kaynağının bilgi olduğu gerçeğini idrak edebilmiş durumda?

kendi ellerimizle alçaltıyoruz bize bahşedilmiş olanı. sanki bile isteye küçültüyor, oyuncak edilmesine göz yumuyoruz. müslümanlığı namaz kılmakla oruç tutmakla biter zannediyor, islamın berrak suretini yansıtmaktan fersah fersah uzak tavırlar sergiliyoruz.

müslüman doğuyoruz evet; ama müslüman kalabiliyor muyuz acaba?

İnfâk Bir Bütündür‏..Dr. Haluk Nurbaki

          

İslâm ekonomisi, İslâm’ın toplumlarda kurmayı arzu ettiği ekonomik denge tamamen infak esasına dayanmaktadır. Ancak bunu zekâtın belli ölçüdeki malî potansiyeline veya fakirlere yapılan yardıma indirgememek gerekir. Çünkü infak bir bütündür. Yani güleryüzden, ilim öğretmekten, hastaya yardım etmekten, çocukların eğitiminde rol oynamaktan, yaşlılara saygı göstermeye kadar bütün toplum gereklerini çatısı altında barındırır. Bundan dolayıdır ki, “İnfak İslâm toplumunun temelini teşkil eder” derken, bunu bir para politikasının ötesinde görmekteyiz. Çünkü ekonominin yeryüzüne dağılmış doktrinlerde oluşan tartışmalarının ve bir türlü rayına oturamamasının asıl sebebi onu maddi, mücerred bir olgu olarak kabul etme rahatsızlığıdır.

Ekonomi moral ve maddesel yapının birlikte yürümesi sayesinde dengelenebilir. Eğer bir, ekonomide moral yapı bozuksa, o ekonomi ne kadar güçlü olursa olsun, şiddetli bir fırtına gibidir. Bazılarını ayakta tutsa da, büyük bir fırtınanın küçük kayıkları devirmesi gibi toplumun önemli bir kesimini yıpratır. Eğer ekonominin içindeki manevi yapı sağlam olursa, çarkların muntazam dönmesi şartıyla toplumun sosyal huzuru ve buna bağlı olarak ekonomik dengesi daha kolay sağlanır. İşte infakın gözden kaçan ve aslında insanlar için pek büyük bir zaruret olan çok önemli yanı budur.

Allah insanlara infakı emrederken, özellikle Sure-i Hadid’de “Benim size halife olmanız sıfatıyla verdiğim her nimeti infak edin” emrini verirken, muradı toplum dengesini sağlamaktır. İnsanların halife sıfatıyla Allah’tan aldıkları nimetler onun yaratıcı sıfatından sıçramış görüntülerdir. Bu görüntülerin bir insana gelmesi, o insanın Allah’a halife olmasından yansıyan parçacıkların tezahür etmesidir. Allah Sure-i Hadid’de demek istiyor ki, “Benim size kudretimin, sıfatlarımın bir küçük simgesi gibi intişar ettiğim güçlerimi, nimetlerimi mutlaka başkalarıyla paylaşın.”

Buradaki mesajın en önemli yanı ise, insana halife sıfatıyla birtakım nimetler verilmesidir. Bundan dolayı infak, maddi boyutlardan uzaklaşır. Yani Allah bir kuluna “Şafî” sıfatından bir sıçrama yapıp onun doktor olmasını sağlamışsa, o insanın hekimliği devamlı infak strüktürü üstünde dönmelidir. İlk amacı para kazanmak değil, insanlara yardım etmek olmalıdır. Bir ziraatçiye Cenab-ı Hakkın “Rezzak” veya bir başka deyişle “Besleme” sıfatı yansımışsa, onun yetiştirdiği ziraat ürünlerinin diğer insanlarla paylaşılması zorunludur. Bu durumda herkes kendi işini yaparken, bilmelidir ki Allah’ın fonksiyonları çalışmaktadır ve kendisi bu fonksi­yonların başında vazifeli bir memurdur. Tıpkı bir veznedarın para dağıtması, bir askerin verilen emri yerine getirmesi gibi Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri başkalarıyla paylaşmak her insanın boynunun borcudur. İşte infakın temelinde yatan, toplum moralini ayakta tutacak, insanı insan yapacak hikmet budur. Allah’ın kitabının en başında “Bu kitabın sizi doğruluğa çıkarması için mutlaka infak etmelisiniz” demesi ve 80′den fazla ayette insanlara yardım etmenin Müslümanlığın işareti olduğunu belirtmesi bu sebepten kaynaklanmaktadır.

Eğer bir toplum, infak sırrıyla dolmuşsa, fertleri infak ederek insanlara yardım etmek eğilimine düşmüşlerse, o toplum sağlıklıdır. Zaten Cenab-ı Hakkın sağlıklı kılmak istediği topluma infakı bir numaralı hedef göstermesinin nedeni de budur. Çünkü infakın içinde evvela otomatik olarak insan sevgisi başlar. İnsanlar tebessümden, güleryüzden, yardımdan, saadeti, ilmi ve sağlığı paylaşmaktan yana kendilerini sorumlu hissediyorlarsa, toplumda infak şeridi işliyor demektir. Böyle bir toplumun milli geliri, imkânları, toprağının verimliliği ve hatta çalışma gücü yetersiz de olsa bu mekanizma onu mutlaka rahat bir yaşama götürecektir.

İnfakı anlayamamak

Bugün dünyadaki tüm nimetlerin özellikle petrolün dağılım sistemi itibarıyla büyük bir kısmının İslâm ülkelerinin elinde olmasına rağmen, onların infakı anlayamamaları mutsuzluklarına ve fakirliklerine bir sonuç belgesi olmuştur. Dikkat ederseniz, İslâm ülkelerindeki petrol, dünya stokunun yüzde seksenini oluşturmaktadır. Bu nimetin varlığını infakla birlikte değerlendirseler, yalnız İslâm ülkelerini değil, bütün dünyayı besleyebilirler. Daha önce belirttiğimiz gibi, infak sadece Müslümanlara yapılması zorunlu olan bir ibadet tarzı değildir. Şu halde İslâm toplumu kendisine yaratılıştan takdir edilen nimetleri infak mekanizmasını çalıştırarak bütün insanlığa vermesini bilirse, mutluluğa ulaşabilir. Tarihte böyle İslâm toplumları görülmüştür. Sözgelişi Selçuklular devrinde, infak mekanizması kesinlikle işlemiş ve sonuçta toplumda aç, susuz, mutsuz, suratı asık insan kalmamıştır. O dönemde Batı’dan Haçlı seferleri adı altında art arda gelen saldırılar, erkeklerin çoğunluğunun şehit olmasına ve işgücünün azalmasına sebep olmuştur, ama infaka inanıştaki sağlamlığın getirdiği mucizeyle toplum yapısına bir zarar gelmemiştir. Hatta bu Haçlı seferleri sırasında büyük haksızlıklara uğrayan Selçuklu toplumu, yalnız kendi mutsuzluğunu düşünmekle kalmamış, çevresinde yaşayan toplumların da mutluluğu için çalışmıştır. Öyle ki Hıristiyanlar, Roma’ya Haçlıların gelmesini istemediklerini belirten mektuplar yazmışlardır. Çünkü İslâm toplumundaki infak sırrını onlarda anlamışlardır. Nitekim İslâm toplumu içinde yaşayan Hıristiyanların hastalarına çorba, yetimlerine bakım, yine İslâmiyetin Selçuklu ve Osmanlı başlangıç devrindeki siluetinden geçmiştir. Hatta zekâtın Müslümanlara verilmesi zorunluluğu bile o dönemde bir ölçü yumuşatılarak Hıristiyan yetimlerine yardım yoluna gidilebilmiştir. İnsanlık sevgisi böylesine kaynaştırıla kaynaştırıla Mevlana dönemine gelinmiş, ondan sonrada Hıristiyanlar İslâm toplumu içinde çaya atılan şeker gibi kaybolmuşlar, Selçuklu İmparatorluğu yıkılmaya yüz tutunca, Müslümanlar gibi telaşa düşmüşler, hatta papazlar o dönemde kiliselerde devletin birliği için dualar etmişlerdir. Bu İslâm toplumunun Allah’ın en esrarengiz nimetlerinden birisi olan infakı iyice anladığı devre ait bir gerçektir.

İnfaktan uzaklaşma

İnsanlar, infak gerçeğinden uzaklaştıkça düşmanlıklar, nifaklar, sevgisizlikler başlamıştır. Hatta bu hat üzerindeki gelişmelerden “İhtiyak” dediğimiz karşıt fikirler doğmuştur. Bugün gerek ülkemizde, gerek dünyada karşıt fikirlerin bulunması, bunların kavgaya, hatta teröre dönüşmesi çare bulunmaz hastalıklardır. Bunun temel sebebi infaksızlıktır. Toplum infakını kestikçe, infak sırrını kaybettikçe fikir ayrılıklarında kutuplaşmalar ve çatışmalar meydana gelir. Eğer bir toplumda infak sırrı iyi işliyorsa, düşmanlık ve çatışmaların doğması mümkün değildir. Böyle bir toplumda bir insan sizin fikrinize karşı bir düşünceye sahip olsa da ona düşman olamazsınız, çünkü daha dün sizin hastanıza çorba getirmiş ya da bir müşkülünüzde size yardım etmiştir. İnfak sayesinde oluşan dostluklar öyle bir çarkı döndürürler ki, insanlar­da tabii olarak bulunması gereken görüş ayrılıkları tatlı bir sohbet havasının ötesine geçemez.

Şimdi birtakım toplum problemlerinin çözümünde bir metod kolaylığına gelmiş oluyoruz. Eğer bir toplumda fikir ayrılıkları kavgalar meydana getirecek eşiklere geliyorsa, yapılacak onarım ve tedavi kuru kuru nasihat etmek olamaz. Çünkü insanlar arasındaki sevgi eğitimle kazanılamaz. Tek metod infak çarkının çalıştırılmasıdır. Şunu da vurgulamak gerekir ki, bu çarkın çalışmasına ilk olarak parayla başlanılamaz. Bu herkesin zoruna gider. Onun için önce güleryüz ve tatlı dille işe başlamak gerekir. Güleryüzün bir ibadet olduğunu yüce peygamberimiz söylemiştir. Dikkat ediniz ki, eshab karşılaştığı tüm meselelere rağmen güleryüzünü eksik etmemiştir. Bu fevkalâde önemli bir fonksiyondur. Bir toplum içinde tebessüm eden insanların çoğalması, o toplumun streslerinin yüzde 80′inin gitmesi demektir. Güleryüzle başlayan infak, insanlara güzellikleri anlatmak amacıyla söylenen sözlerle desteklenmelidir. Çünkü yüce kitabımız insanlara yalnız Hakkı ve güzelliği anlatmayı emretmektedir. Bu anlatılan güzellikler o gün için insanı ilgilendirmese de bir süre sonra ona ışık tutacaktır.

Önce güleryüz

Şu halde infaka önce güleryüz ve güzel sözle başlamak gerekir. Ondan sonra ikinci merhalede mutsuz insana mutluluk vermek gelir. Bir insanın sıkıntısını gidermek için onunla yarım saat sohbet etmek, ona bir çay ikram etmek gibi çok basit kompozisyonlardan infaka başlanırsa, zaman içinde bu yaklaşım maddi ilgililere kadar uzanacaktır. Eğer bir insanın problemleri maddi imkânsızlıklardan kaynaklanıyorsa, infak kanalını o çerçevede akıtmak lazımdır. Bu cereyanlaşma devam ettiği sürece toplum içinde muzdarip insan kalmayacağı için yavaş yavaş ayrılıklar da ortadan kalkacaktır. Dikkat ederseniz, bugün sapık ideolojiler ve yanlış doktrinler, mutsuz insanlara kanca takmaktadır. Eğer bir toplumda infakı işletebilirseniz, mutsuz insan kalmayacağı için hiçbir yanlış ve zararlı fikir o topluma giremeyecektir. Bu sebeple infak bahsini kapatırken, çok önemli bir noktaya parmak basmak istiyorum. Toplumumuzun ekonomik şartların iyi işlemesinden bile önce, infaka ihtiyacı vardır. Güleryüzden ilim dağıtmaya, tatlı söz söylemeye, mutsuzlara ve hastalara yardım etmeye kadar her sahada infakın yaygınlaştırılması bir süre sonra bu ibadetin maddi kanallarını da çalıştıracaktır. Böylece yalnız ve zavallı İnsanların korunması söz konusu olacak ve toplum gerçekten Allah’ın istediği boyutlara ulaşacak, yüce dinimizin bereket sırrıyla tüm problemle­rinden uzaklaşacaktır. Şu noktayı hatırlatarak sözlerime son vermek istiyorum: “İnfakı öyle özümüze sindirmeliyiz ki, elimizi açıp Allah’a ettiğimiz duanın bile yüzde 50′sini infak etmeliyiz. Kendimize bir şey istemeden açlara, hastalara, mutsuz insanlara, hür bir ortam içinde yaşama ortamı bulamayanlara yardım isteme alışkanlığını kazanmalıyız. Çünkü Allah ‘Duanızı bile infak ediniz ki, kabul olsun’ der.”

 

 Dr. Haluk Nurbaki

Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetini biliniz..‏

         945337_588671717831329_1855903765_n

Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm, (Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetini biliniz…) buyuruyor. Bilirsek iki cihan saâdetine kavuşacağımız şüphesizdir.
1- Ölüm gelmeden önce hayatınızın kıymetini biliniz!
2- Hastalık gelmeden önce sıhhatinizin kıymetini biliniz!
Sağlık büyük nimettir. Boşuna dememişler: “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
İnsanlar, sıhhatli oldukları zaman hem ibadetlerini lâyıkı vechile yapar, hem de dünya işlerini yapabilme gücünü elde edebilirler. Dinimiz de sağlığa çok önem vermiştir. İnsanı hasta yapan veya hastalığını artıran helâl ve mubah şeyler bile haram sayılmıştır.
Hasta olmamaya çalışmalıyız. Hasta olup da tedavi olmaya çalışmaktansa, hasta olmamaya çalışmak daha iyidir. “Hastalığın annesi soğuk algınlığı, babası da çok yemektir” demişler.
Mikroplu yerlerden uzak durmalıyız. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Aslandan kaçar gibi cüzzâmlı hastalardan kaçınız.)

HER DERDİN DERMANI VARDIR
Sıhhatin ne kadar büyük nimet olduğu hasta olunca anlaşılır. Gece yatağına girince sabaha kadar deliksiz uyku uyumanın güzelliğini, geceyi sancılarla geçirenler çok daha iyi bilir.
Hasta olursak vakit geçirmeden, hastalığımız müzminleşmeden tedavi olmalıyız. Her derdin bir dermanı vardır. Tedavi olurken doktorun tavsiyelerine uyacağız.
Bir doktor hastasını muayene ettikten sonra ona şöyle demiştir: “Burada biz üç kişiyiz. Ben, sen ve senin hastalığın. Bana yardım edersen, biz iki kişi oluruz, hastalığın yalnız kalır. İnşaallah onu mağlup ederiz. Hastalığına yardım edersen, ben yalnız kalırım, sizinle baş edemem!..”
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (İki büyük nimet vardır ki, insanlar onun kıymetini bilmiyorlar. Sıhhat ve boş vakit.)
Bu nimetler elden çıkınca değerleri anlaşılır fakat iş işten geçmiş olur.
3-Meşgûliyet gelip çatmadan boş vaktinizin kıymetini biliniz!
Yaşamakta olduğumuz ömrümüz bizlere tek fırsat olarak verilmiştir. En kıymetli varlığımız vaktimizdir! Onunla arzu ettiklerimize kavuşabiliriz.
Eshab-ı kirâm vakitlerini paradan daha kıymetli bilerek öyle harcarlardı. Vaktin isrâfının, paranın israfından daha kötü olduğunu çok iyi bilirlerdi.
4-İhtiyarlık gelmeden önce gençliğinizin kıymetini biliniz.
Gençlik, insan ömrünün en kıymetli bölümüdür. Daha öncesi çocukluk devresidir. Çocuk, sağını solundan pek ayırt edemez. Rabbimiz de onu mükellef kılmamıştır. Ona ibadetleri farz kılmamıştır.
Gençlikten sonraki zaman ise ihtiyarlık, hastalık, takatsizlik dönemidir ki, insanlar isteseler bile artık gençlikteki gibi çalışma imkânını bulamazlar.
Zindeliğini, gücünü kaybedip ihtiyarlayan bir adam şöyle temenni etmiştir:
“Keşke bir gün bile olsa gençliğim geri gelseydi de, ihtiyarlığın benim başıma neler getirdiğini ona anlatsaydım…” Yani, ihtiyarlığımı, gençliğime şikâyet etseydim.
Gençlikte yapılan ibadetler pek kıymetlidir. Kıyâmet günü Cenab-ı Hakkın rahmet gölgesi altında bulunacak ve o günün sıkıntılarını çekmeyecek yedi sınıf insandan biri de, genç olduğu halde, Rabbine itaât edenlerdir.

BİR GÜN GELECEK Kİ…
5-Fakirlik gelmeden önce zenginliğinizin kıymetini biliniz.
Sahip olduğumuzu zannettiğimiz malımız bizde emânettir. Bir gün gelecek tamamı elimizden çıkacak, vârislere intikal edecektir.
Dünyanın en zengini öldükten sonra, dünyanın en fakirinden daha fakir hale gelir.
Dünyanın en fakirinin sırtındaki elbise gene de kefenden daha değerlidir. Hiç olmazsa fakirin eli ayağı hareket edebiliyor. Ölen zenginde o da yoktur.
Zenginliğimizin kıymeti ise şöyle bilinir: Kazandığımız her kuruşun helâlinden olmasına ve helâline harcanmasına dikkat etmeliyiz. Zekât vermeliyiz. Malımızdan kendimize pay ayırmalıyız.
Unutmamak gerekir ki; Allah için harcadığımız bizim malımızdır. Gerisini başkaları yiyecek, belki de en sevmediklerimizden birileri…

Akrabalık İlişkilerimizi Unuttuk mu?‏

                       1011354_390583907714659_1415322749_n

Son otuz yıldır toplumumuzda yapılan gözlemler, akraba münasebetlerinin giderek zayıfladığını doğrular mahiyettedir. Akrabalar arasındaki yardımlaşmanın bugün eski önemini kaybedip yerini menfaat ilişkilerinin aldığı şeklinde görüşler vardır. Bu neticeyi doğuran başlıca sebepler şunlardır: Aile yapısında küçülme, göçler, sanayileşme ve şehirleşme (hane başına düşen ortalama kişi sayısı son yirmi beş yılda 6 dan 4 e inmiştir ve çekirdek aile oranı % 75’lere ulaşmıştır).
Yapılan bir araştırmaya göre beş yüzden fazla aile ile görüşülerek elde edilen sonuçlara göre toplumun yüzde 20’si anne-baba ve kardeşleriyle sadece bayramlarda görüşebilmekte, 100 kişiden biri ise, hiç görüşemediğini ifade etmektedir. Toplumun beşte birinde ise; geleneğimizde çok önemli olan akrabalar arasında toplu görüşme, düğün ve bayramlar dâhil gerçekleşememektedir. Anne-baba ve kardeşler dışında en çok kayın valide-kayın peder ve amca-dayı ile görüşülmektedir. En az görüşülen yakın akrabalar ise, hala-teyze ve çocuklarıdır.
Akraba arasında yardımlaşmanın belirgin örneklerinden biri borç para alıp-vermedir. Borç para değişiminin % 60’ı akrabalar arasındadır
İnsanımızın % 88’i çözüm aradığı herhangi bir mevzuda akrabasına danışmaktadır. En çok danışılan kişiler anne- baba ve kardeşler ile kayın valide, kayın peder ve kayın biraderlerdir.
Toplumunda azda olsa akrabalar arasında kırgınlık veya dargınlık söz konusudur. Ancak bu dargınlıkların bir hiç yüzünden olduğunun ifade edilmesi, bir yönüyle çoğunun giderilebilir türden dargınlıklar olması, bu konuda iyimserliğimizi desteklemektedir.
Oysa dinimizce Akrabalarla olan münasebetimiz nasıl olmalı?
“Ey Şu’ayb! Dediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Hem biz seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı seni taşa tutardık. Zaten sen bizce itibarlı biri değilsin.”
Ayetten anlaşıldığı gibi yüce Allah, Hz Şuayb’in onca ilahi çağrısından sonra, onca açıkça adalet ve iyiliğe davet etmesinden sonra kötü insanların vereceği zararlardan korunmasının sebebi olarak, sadece akrabalık bağından bahsediyor. Hz Şuayıb’i koruyan akrabaları ve kavmini ise düşmanlara karşı, caydırıcı bir güç olarak tanımlıyor.
Kuran’ı kerimin akrabalar hakkında değindiği diğer önemli konu ise akrabalık haklarıdır, Anne ve babanın hakları başta olmak üzere diğer akrabaların hakları İslam dininin en bariz emirlerinden birisidir.
Rum suresinin 38. ayetinde ise, akrabalık konusuna özen göstermek, kişinin imanının bir göstergesi olarak tanıtılmıştır; yüce Allah, bu ayette şöyle buyuruyor:
Öyle ise akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Bu, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak isteyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Akrabaları aç bırakmamak, ihsan ve yardımlarda onlara öncelik vermek, diğer yetimlerden önce akraba yetimlere öncelik tanımak (Beled 16) akrabalar’a maddi destekte bulunmak (İsra 26, Rum 38)
Akraba ziyaretlerini ihmal etmemek (Rad 19 ve 21, Bakara 27, Nisa 1)
Akrabalara karşı kin beslememek, akrabaları affetmek ve kolaylık tanımak (Nur 22) akrabalara karşı yumuşak olmak ve incitici davranışlardan kaçınmak (Nisa 8, İsra 26 ve 28)
Akrabalardan izin almadan onların evinde rahatça yiyip içebilmek (Nur 61)
Kuran’ın değindiği diğer akrabalık haklarıdır.
Yüce Allah, akrabaları affetmemek ve akraba ziyaretlerini ihmal etmeği kötü birer eylem olarak tanıtıyor ve şiddetle kınıyor.
Kuran açısından akrabalık ilişkisini kesen kişiler ya asi kişilikli insanlardırlar veya günahtan çekinmeyen bir yapıya sahiptirler yada nifak hastalığına yakalanmışlardır(Tevbe7-10, Şuara 214-216, Muhammed 22)
Böyle bir hataya düşen insanlar kendilerine dönüp içlerindeki hastalıkları bulmalı ve tedavi yoluna başvurmalıdırlar, aksi takdirde, hüsran ve pişmanlıktan başka bir sonuçla karşılaşmayacakları kuran açısından apaçıktır.
Akrabalık ilişkilerini sürdürmek farz, bu ilişkileri koparmak ise haramdır.
Sıla-i rahim: Akrabaların birbirleri ile ilişkilerini kesmeyip devam ettirmeleri, ahlâkî ve dînî bir görevdir. Peygamberimiz (s.a.s.) buyurur ki:
“Rahim (akrabalık), Allah’ın rahmetinin eserlerindendir. Kim bu bağı korursa, Allah ona merhamet eder. Kim onu koparırsa, Allah da ondan ihsan ve rahmetini keser.”
“Akrabalarıyla ilişkiyi kesen Cennet’e giremez”
Bugün özellikle şehirleşmenin, maddeye ve menfaate önem vermenin getirmiş olduğu aileler arasındaki soğukluğu, hatta parçalanmaları ve akrabalar arasındaki bağların yeniden canlandırmakk kendi menfaatimize olacaktır.
“Akrabalık bağı Arş-ı âlâ’ya tutunarak şöyle demiştir: Beni koruyup gözeteni, Allah koruyup gözetsin. Benimle ilgisini kesenden Allah rahmetini kessin.
“Ana ve babasının ihtiyarlık zamanlarında, bunlardan birine yahut ikisine yetişip de, bunlara gereken hürmet ve hizmette bulunarak Cennet’i hak edemeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün!”
Akrabalık bağında en öncelik ana-babaya aittir
Ziyaretleşmek akrabalık bağının devam etmesine en büyük vesiledir.
Akrabalarımız içerisinde bizlere iyi davrananlar olabileceği, bizlere sıkıntı verebilenler de olacaktır. Akrabanın iyiliğine karşı iyilik göstermek güzel olsa da yeterli değildir. Bizlere sıkıntı çıkaranlara karşı ise affedici olmalı, onların da yapmış oldukları hataların neler olduğunu kendilerine hissettirmek suretiyle yardımcı olmalıyız.
Akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık bağlarının zayıflaması toplumda sevgi ve dayanışma ruhunu zedelemektedir.
Allah emrettiği şekilde ve peygamber efendimizin sünnetine uygun olarak yaşamayı nasip etsin.Amin..
Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

KALPTE NE VARSA YANSIYAN ODUR‏

557911_364800586974684_298601126_n

Ahlâk kalbin içindeki şeylerin dışa yansımasıdır. Herkes davranışları ile fıtratında gizlenen sıfat ve kabiliyetleri ortaya koyar. İnsanın davranışlarını yönlendiren merkez kalptir. İnsanın dili eli gözü kulağı ayağı ve diğer azaları kendi başına bir iş yapmaz. Bu organlar nasıl hareket edeceğini bilmez ve belirlemez. Hepsi memurdur amirleri kalptir.
İnsanın iradesiyle yaptığı bütün işler kalbin emrine ve yönlendirmesine göre yapılır. Yapılan her iş kalbin meylini muhabbetini irade gücünü tercihini ve aklın seviyesini gösterir.
Kalbi sıhhatli ve güzel olan kimsenin işleri sağlam ve güzel olur. Kalbi hasta olan kimsenin ise işleri sakat ve bozuk olur.
İnsanın davranışlarındaki bozukluk kalbinin inkâr gaflet ve günahla manen hasta oluşundan kaynaklanır. Kalp Yüce Yaratıcı’yı tanımakla sıhhat bulur güzel bir tevbe ile manevi hastalıklardan kurtulur. Allah sevgisiyle kuvvetlenir zikir ile huzura erer edeple süslenir ibadet ve itaatla güzel olur.
Bir kul,Yüce Rabbi’ni ne kadar tanırsa o derece sever sevgisi kadar zikreder bu zikri hayatına yaydığı kadar edepli olur. Böyle olunca da herkes Yüce Allah’ı ne kadar tanıdığını ve sevdiğini davranışları ile ölçebilir.
Rasulullah (sallallahu alleyhi ve sellem) Efendimiz kalbin konumunu şöyle belirtmiştir:

“İnsanın vücudunda bir yer var ki orası güzel olursa bütün beden güzel olur bozuk olursa bütün beden kötü olur. Dikkat edin o kalptir.” (Buharî Müslim İbnu Mace)

Her sabah Türkiye saati 10.30 de canlı yayindayim kardeşlerim

7822_144664102637_89361212637_2800369_2219518_n

Selamün aleyküm değerli kardeşlerim.bu sayfanın sahibi Gülay Öztürk baciniz her sabah saat 10.30 de Allah c.c. izni ile canlı yayinda sizinle .dinlemek isteyenler için adres wep sayfam http://www.gulayozturk.com  veya http://www.cinarradyo.com ,

veya şu adresten http://canliradyodinle.web.tr/cinar-radyo.html

Resulullah’ın (sallallahu alleyhi ve sellem)’ın üç nasihati..

294403_211956382204117_209672542432501_512790_1616489414_n
Resulullah’ın üç nasihati..
Peygamber efendimiz sallallahu alleyhi ve sellem, vefatlarına yakın Bilal-i Habeşi’ye buyurdu ki:
-Yâ Bilal, ümmetime haber ver ki, şu üç şeyi yaparlarsa, her işte muvaffak olurlar:
1- Ne yaparlarsa, hep Allah rızası için yapsınlar.

İki türlü maksat olur. Ya Allah rızası için veya nefsin yani insanların rızası için. İnsanların rızasını tercih edenlerin işini, Cenab-ı Hak insanlara bırakır. Kendi rızasını tercih edenleri himayesine alır. Kim Allah içinse, Allah da onun içindir. Seyyid Abdülkadir Geylani hazretlerine, (Siz ne mübarek bir zatsınız) demişler. (Nereden biliyorsunuz?) diye sormuş. (Herkes sizi sevip övüyor) demişler. Buyurmuş ki, (İnsanlar bizi sevsin diye Müslüman olmadık. Allah sevsin diye Müslümanız. Bu insanlara güven olmaz; bugün severler, yarın söverler.)

2- Birlik ve beraberlik içerisinde olsunlar.

Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır. Birlikten kuvvet, ayrılıktan felaket doğar. Birlik ve beraberlikten maksat, bedenlerin birlik ve beraberliği veya aynı yerde olmak değil, gönüllerin birliği, hedeflerin ortak olmasıdır. Hedefi Allah rızası olanın yüzü aktır, yardımcısı da Cenab-ı Hak’tır.

3- Asla doğrudan ayrılmasınlar.

Allahü teâlâ doğruların yardımcısıdır. Peygamber efendimiz Müslümanı, (Elinden ve dilinden emin olunan insan) diye tarif etmiştir. Müslüman demek, doğru insan demektir. İşi, ameli, sözü doğru, her şeyiyle dürüsttür, gözü gönlü toktur, onda sahtekârlık yoktur. Doğruluk onun alameti, hem de selametidir.

Yüce Allah’ın c.c.münafık saydıkları..

14378_10151130140771555_769848685_n
Yüce Allah’ın münafık saydıkları..
“İnşallah bunlardan değiliz” diye de dua edelim.
Münafık kötülüğü emreder ve iyiliğe engel olur. (Tevbe, 67)
Münafık insanların namuslarını lekelemekten uzak durmaz. (Nur, 11)
Münafık kötü söz yayar. Zann ile hükmeder ve boş zannın- sözün peşinden koşar. (Hucurat, 6)
Münafık ikiyüzlüdür. İki dillidir. İki kalplidir. (Bakara, 14)
Münafık yalan söyler. Yalancılığı meslek haline getirir. Yalan yeminlerde bulunur (Münafikun, 1)
Münafık Allah’ın adını anarak yemin eder. Yüce Rabbin adını istismar aracı yapar. (Mücadele, 14, Tevbe, 74)
Münafık ahdi bozar. Sözünde durmaz. Kendince tuzak kurar ama kurduğu o tuzağa kendi düşer (Tevbe, 75)
Münafık namaz kıldığında gösteriş yapar. Allah’ı çok az zikreder. İbadetinde gösterişten uzak durmaz. (Nisa, 142)
Münafık kibir sahibidir. Bağışlanma dilemekten bile uzak durur. ( Münafikun, 5)
Münafık kalbinde olmayanı diliyle söyler. Dilinde olanı ise kalbine yerleştiremez. (Fetih, 11)
Münafık düşmanlık yaptığında zalimce davranır. İlkesizce davranır. Aşırıya gider. İnsafı terk eder. (Bakara, 178, 194, Maide, 94)
Münafık şeytanın oyununa gelir ve Allah’ın bağışlayacağı
ile kendini avundurur. Daha zamanım var diye kendini kandırır. (Hadid, 13)
Münafık yapmadığı şeylerle övünür. Önce kendini sonra çevresinde olanları kandırır. (Ali İmran, 188)
İnanıyorum ki, şu anda bu şartları okuyan hiçbir kardeşimizde bu hastalıklar yoktur. Çünkü bu hastalıklar kişiyi amelde münafıklıktan imanda münafıklığa doğru hızla sürükler. Kelime-i Şahadeti getiren hiçbir kardeşimizi bu kategoride görmeyiz inşallah.